TOBB ETÜ Tıp Fakültesi’ne Alman kalite mührü
Türkiye Odalar ve Borsalar Birliği (TOBB) Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi Tıp Fakültesi Kalp ve Damar Cerrahisi Bölümü, uluslararası standartlara uygun tüm gereklilikleri yerine getirerek, Almanya Hastaneler ve Medikal Wellness Derneği tarafından Alman ve Avrupa standartlarına uygunluk sertifikası almaya hak kazandı
ANKARA (İGFA) - TOBB ETÜ Tıp Fakültesinde düzenlenen sertifika töreninde konuşan Kalp Damar Cerrahisi Ana Bilim Dalı Başkanı Prof. Dr. Tayfun Aybek, 6 aylık kapsamlı bir değerlendirme sürecinden geçtiklerini belirtti. Aybek, incelemelerde hasta karşılama, hasta memnuniyeti, klinik işleyişler, klinik sonuçlar ve son 10 yıllık hizmetlerin detaylı bir şekilde ele alındığını ifade ederek, "Bu süreç sonunda kalite sertifikası almaya hak kazandık. " dedi.
TOBB ETÜ Tıp Fakültesinin Avrupa standartlarına eş değer kalitede hizmet verdiğine dikkat çeken Prof. Dr. Aybek, "Bu sertifika, TOBB ETÜ Tıp Fakültesinin Almanya ve Avrupa ülkelerindeki vatandaşlara sunduğu sağlık turizmi hizmetlerinin kalitesinin resmi bir Alman kurumu tarafından onaylandığını göstermektedir." dedi.
"TÜRKİYE’DEN İLK KEZ BİR HASTANEYE SERTİFİKA VERİLDİ"
Sertifika törenine katılan Almanya Hastaneler ve Medikal Wellness Derneği Başkanı Lutz Lungwitz, Türkiye’deki hastane işleyişini ve hasta odalarını yerinde inceleme fırsatı bulduklarını dile getirdi. Lungwitz, "15 yıldır yürüttüğümüz bu çalışmalar kapsamında ilk kez Türkiye’de bir hastaneye bu sertifikayı vermekten mutluluk duyuyoruz. Bu sertifika, Almanya’dan Türkiye’ye hasta gelmesini teşvik edecek önemli bir adım olacaktır." dedi.
Kritik kalp ameliyatlardaki gecikme ölümleri artırdı!
Türk Kalp Damar Cerrahisi Derneği Minimal İnvaziv Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serkan Durdu, COVID-19 pandemi sürecinde efektif (planlı) kalp ameliyatlarının ertelendiğine dikkat çekerek, pandemi sırasında sadece COVID-19 ile değil, kalp hastalıklarının tedavisinde yaşanan gecikmelerle de mücadele ettiklerini ve bu durumun önlenebilir kayıplara yol açtığın söyledi.
İSTANBUL (İGFA) - Türk Kalp Damar Cerrahisi Derneği Minimal İnvaziv Çalışma Grubu Başkanı Prof. Dr. Serkan Durdu, pandemi sürecinde elektif (planlı) kalp ameliyatlarının büyük ölçüde ertelenmesinin ve sağlık hizmetlerine erişimde yaşanan sorunların birçok hastanın durumunun kötüleşmesine neden olduğunu söyledi.
Pandemi sürecinde kalp hastalarının tedaviye ulaşmaktan çekindiğini vurgulayan Prof. Dr. Durdu, karantina ve enfeksiyon endişesi gibi nedenlerin birçok kişinin sağlık hizmetlerinden faydalanmasını engellediğini söyledi. Durdu, "Kriz zamanlarında acil kalp cerrahisi prosedürlerine öncelik verilmesi hayati önem taşıyor. Kalp hastalıkları, zamanında müdahale edilmezse geri dönülmez sonuçlar doğurabilir" dedi.
Prof. Durdu, COVID-19 enfeksiyonunun kalp ve damar sağlığı üzerindeki uzun vadeli etkilerinin dikkatle izlenmesi gerektiğini belirterek; COVID-19 geçiren bireylerde kalp krizi, inme ve kalp yetmezliği gibi komplikasyon riskleri ciddi ölçüde arttığına vurgu yaparak, bunun COVID-19’un sadece solunum yollarını değil, kardiyovasküler sistemi de etkileyen bir hastalık olduğunu gösterdiğini kaydetti.
Pandemi sonrası dönemde sağlık sistemlerinin dayanıklılığını artırmanın önemine dikkati çeken Durdu, "Bu süreç bize, kriz zamanlarında sağlık hizmetlerinin sürekliliğini sağlamanın hayati önemini gösterdi. Acil durum planlamalarında kalp cerrahisi gibi kritik branşlara daha fazla öncelik verilmesi gerekiyor" diye konuştu.
Her gün bir çocuğa diyabet tanısı koyuluyor!
Çocuk Endokrinolojisi bölümünden Prof. Dr. Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu Tip-1 diyabet hastalığıyla ilgili önemli husulara dikkati çekti.
İSTANBUL (İGFA) - Diyabet hastalığı son zamanlarda ani olarak ortaya çıkmakta ve çocuklarda yaygın olarak görülmektedir. Peki hangi çocuklar risk altında
5-14 YAŞ GRUBU ÇOCUKLAR RİSK ALTINDA!
Türkiye’de tip 1 diyabet, son yıllarda artış göstermektedir. Sağlık Bakanlığı verilerine göre, ülkede yaklaşık 20.000 çocuk ve genç tip 1 diyabet tanısı ile yaşamaktadır. Bu sayı, dünya genelindeki artışla paralel olarak yükselmektedir. Özellikle 5-14 yaş grubu çocuklarda bu hastalık daha sık görülmektedir.
Tip 1 diyabet, genellikle ani belirtilerle ortaya çıkar. Çocuklarda en sık görülen belirtileri Doç. Dr. Sebahat Yılmaz Ağladıoğlu şu şekilde sıraladı;
• Aşırı susama ve sık idrara çıkma: Çocuklar çok fazla su içmeye başlayabilir ve geceleri sık sık tuvalete gitme ihtiyacı duyabilir. Tuvalet eğitimi tamamlanmış bir çocukta sonradan ortaya çıkan gece veya gündüz alt ıslatma durumu da oraya çıkabilir.
• Aşırı yorgunluk: Enerji eksikliği ve halsizlik hissedilebilir.
• Açıklanamayan kilo kaybı: İnsülin eksikliği nedeniyle vücut, enerji için yağ ve kas dokusunu kullanmaya başlar.
• Bulanık görme: Kan şekeri seviyelerinin yükselmesi, göz merceğinde şişmeye neden olabilir.
• İştah artışı: Vücut enerjiyi düzgün kullanamadığı için daha fazla yemek yeme ihtiyacı doğabilir.
HANGİ ÇOCUKLAR DAHA ÇOK ETKİLENİYOR?
Tip 1 diyabetin kesin nedeni tam olarak bilinmemekle birlikte, bazı risk faktörleri tespit edilmiştir:
• Genetik yatkınlık: Ailede tip 1 diyabet geçmişi olan çocuklar daha yüksek risk altındadır.
•Otoimmün hastalık öyküsü: Vitiligo, Çölyak veya Hashimoto gibi diğer otoimmün hastalıklara sahip çocuklarda tip 1 diyabet gelişme olasılığı daha yüksektir.
• Çevresel faktörler: Viral enfeksiyonlar ve beslenme alışkanlıkları gibi çevresel faktörlerin, hastalığın ortaya çıkışında rol oynadığı düşünülmektedir.
ERKEN TEŞHİS HER ZAMAN ÖNEMLİ
Tip 1 diyabet, hızlı bir şekilde ilerleyebilir ve ketoasidoz adı verilen hayati tehlike taşıyan bir duruma yol açabilir. Bu nedenle, ebeveynlerin ve öğretmenlerin belirtiler konusunda bilinçli olmaları ve şüpheli durumlarda hemen bir sağlık profesyoneline başvurmaları önemlidir.
Kulaklıkla ve yüksek sesle müzik dinleyenler dikkat!
“Kulaklarım yüksek sese alışık” diyorsanız! Bu hatalar işitme kaybına neden olabiliyor... Kulak sağlığımızı korumak için uzmanından etkili öneriler...
İSTANBUL (İGFA) - Modern çağın stresli, koşuşturmacalı ve kalabalık şehir ortamında hangi yöne baksanız çevrenizde kulaklıkla müzik dinleyen, seslendiğinizde ne dediğinizi duymak için kulaklıklarını çıkaran ya da trafikte ambulans sirenini bile duymayacak ölçüde müziğin sesini açanlara rastlayabiliyorsunuz.
Kulak, Burun ve Boğaz Hastalıkları (KBB) Uzmanı Prof. Dr. Ferhan Öz, yüksek sese maruz kalma işitme kaybının en sık nedeni olarak karşımıza çıktığına dikkati çekti.
Yüksek sesle müzik dinlemek özellikle de kulaklıkla yüksek sese maruz kalmak kulak sağlığına çok ciddi zararlar verebildiğini vurgulayan Prof. Dr. Ferhan Öz, "Kulak zarına basınç uygulayarak zarın yırtılmasına hatta tüylü hücrelerin zarar görmesiyle geri dönüşü olmayan işitme kaybına yol açabiliyor" dedi.
KBB Uzmanı Prof. Dr. Ferhan Öz, kaçınılması gereken o hataları ve alınması gereken önlemleri anlattı,.
MÜZİĞİ YÜKSEK SESLE DİNLEMEYİN!
Genel olarak 85 desibelin üzerindeki seslere uzun süre maruz kalındığında kalıcı işitme kaybı geliştiğini vurgulayan Prof. Dr. Öz, "85 desibelden bir elektrikli süpürgenin çıkardığı sesi anlayabiliriz. Özellikle ses şiddetinin 100 desibelin (çimen biçme makinesi sesi) üzerine çıkması durumunda çok kısa sürede bile işitme kaybı gelişebiliyor. Bu nedenle özellikle müzik dinlerken ses şiddetini artırmamak, 60 desibelin üzerine çıkmamak gerekir. Örneğin; bir kütüphanede nasıl ki başkalarını rahatsız etmeyecek şekilde bir ses yüksekliğiyle konuşuyorsanız, dinlediğiniz müzik de o yükseklikte olmalıdır" dedi.
Müzik dinlerken ses şiddetini artırmamak kadar, bir saatten fazla aralıksız müzik dinlememenin de çok önemli olduğunu, bu nedenle müzik dinlerken sık ara verilmesi ve kulakların dinlendirilmesi gerektiğini vurgulayan Prof. Dr. Ferhan Öz, diğer bir risk unsuru ile ilgili de, “Yüksek sesle müzik dinlemenin yanı sıra, özellikle gürültülü işyerlerinde uzun süre gürültüye maruz kalmak da iç kulağa ciddi zarar vermektedir. Bu nedenle gürültünün çok yüksek olduğu ortamlarda mümkünse iç kulağımızı korumak amacıyla kulak tıkacı kullanmaya özen göstermeliyiz.”uyarısında bulundu.
Ankara’da bin 800 kadın aşılandı
Ankara'da Ekim ayında başlatılan HPV Aşı Uygulaması desteği kapsamında bin 800 kadın ilk doz aşısını oldu.
ANKARA (İGFA) - Ankara Büyükşehir Belediyesi, kadın sağlığına desteği kapsamında HPV aşısı umut oluyor.
Büyükşehir'den alınan bilgiye göre, Ekim ayında başlatılan HPV Aşı Uygulaması kapsamında, 9-30 yaş arasındaki sosyal destek alan kadın ve kız çocuklarını rahim ağzı kanserine karşı korumayı hedefleyen projede en fazla başvurunun Mamak, Keçiören ve Çankaya ilçelerinden geldiği kaydedildi.
Ön çapraz bağ kopma riski kadınlarda 4 kat daha fazla
Söz konusu rahatsızlığın en sık 20'li ve 30'lu yaşlarda görüldüğünü belirten Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op. Dr. Davud Yasmin, ön çapraz bağ kopmasının yapısal özellikleri sebebiyle kadın sporcularda erkek sporculara göre 4-8 kat daha fazla rastlandığını söyledi.
İSTANBUL (İGFA) - Ön çapraz bağ kopması, sporcular arasında yaygın görülen ciddi bir diz yaralanmasıdır.
Diz içindeki dört ana bağdan biri olan ön çapraz bağlar, diz ortasında çapraz hareket ederken aynı zamanda dizin stabilitesini koruyarak dönebilmesini sağlıyor. Bu bağların kopmasının aşırı gerilmeye bağlı olarak gerçekleştiğini söyleyen Ortopedi ve Travmatoloji Uzmanı Op. Dr. Davud Yasmin, “Bu durum genellikle futbol gibi rekabetçi sporlarda temas veya darbe gibi ters hareketlerin neticesinde meydana gelebiliyor” açıklamasında bulundu.
ANİ HAREKETLERDEN UZAK DURULMALI
Bu tür zedelenmelerin koşarken yön değiştirmek için aniden yavaşlamayla da ortaya çıkabildiğini hatırlatan Op. Dr. Davud Yasmin, “Ayak sabit dururken bir darbe veya temas olmasa da ani dönme hareketleri, sıçrama sonrası dize kontrolsüz yüklenme, trafik kazaları, yüksekten düşme veya endüstriyel kazalar sonrasında da ön çapraz bağ kopmaları ortaya çıkabilir” diye konuştu.
Dizde hızla şişme, uyuşma ve boşa basma hissi, şiddetli ağrı, hareket alanı kaybı, yürürken rahatsızlık, fiziksel aktivite esnasında diz içinden ses gelmesi ve aktiviteye devam edilememesi gibi belirtilerin önemli olduğunu vurgulayan Op. Dr. Davud Yasmin, “Hastalığın tanısında ortopedi uzmanının yapacağı fiziki muayene çok önemli. Muayenede bazı özel testlerle çapraz bağ yırtığının olup olmadığı anlaşılabilir. Diz çok ağrılı olduğu için yeterli bir muayenenin yapılamadığı durumlarda ise ikinci muayene tanı koydurucudur. Doktor benzer belirtilerle ortaya çıkabilen farklı diz rahatsızlıklarından şüphelenirse görüntüleme yöntemlerinden de faydalanılabilir” dedi.
TEDAVİ HASTANIN YAŞINA GÖRE DEĞİŞİYOR
Ön çapraz bağ yaralanmalarında hastanın yaşının ve aktivite durumunun tedavi seçiminde önemli olduğunun altını çizen Yasmin, “Genç, spor yapan veya aktif yaşam tarzına sahip bireylerde bu rahatsızlığın tedavisi genellikle cerrahidir. İleri yaşta olup yüksek aktivite seviyesinde olmayan, spor yapmayan veya günlük yaşamda dizinde boşluk ve emniyetsizlik gibi yakınmaları olmayan bireylerde cerrahi tedavi yapılmayabilir. Çocuklarda meydana gelen kopmalarda ise, ilerleyen dönemlerde kalıcı diz hasarları oluşmaması için günümüz teknolojisi sayesinde çocuk cerrahileri gerçekleştirilebiliyor” dedi.
Bu arada iyileşme süresinin, uygulanan tedaviye göre değişkenlik gösterse de ortalama olarak 3 ay olduğunu paylaşan Yasmin, “Ön çapraz bağ yırtılması yaşayan sporcuların spora tam olarak geri dönebilecekleri kesin bir tarih verilemese de bağların yeniden yapılanması zaman alacağı için ortalama olarak 6 aylık bir süreçten bahsedilebilir” dedi.
TOBB ETÜ tıp fakültesi hizmet kapasitesini artırıyor
TOBB ETÜ Tıp Fakültesi Hastanesi, büyüme hedefleri doğrultusunda yapımı devam eden yeni ek binasıyla yatak kapasitesini 200’e, ameliyathane sayısını 14’e ve yoğun bakım yatağı sayısını 55’e çıkarıyor.
ANKARA (İGFA) - TOBB ETÜ Tıp Fakültesi Hastanesi, büyüme hedefleri doğrultusunda yapımı devam eden yeni ek binasıyla yatak kapasitesini 200’e, ameliyathane sayısını 14’e ve yoğun bakım yatağı sayısını 55’e çıkarıyor. Modern tıbbi teknolojilerle donatılacak bu yeni sağlık kompleksi, daha geniş bir hasta kitlesine ulaşmayı ve hizmet kalitesini artırmayı amaçlıyor.
Yeni bir dönemi başlatan bu yatırımla, hastanenin ulusal ve uluslararası sağlık sektöründe lider bir kurum olma vizyonunu desteklediğini açıklayan Medikal Direktör Prof. Dr. Tayfun Aybek yaptığı açıklamada, “Ankara’ya yakışan yeni binamız, en ileri tıbbi teknolojileri ve her ayrıntısı ile hastalarımızın konforu için tasarladık” dedi.
“Altın Neşter’in” Liderliğiyle Yeni Bir Dönem Başlıyor
Robotik cerrahi uygulamalarıyla 2 binden fazla cerrahın canlı olarak izlediği operasyonlarıyla “Altın Neşter” unvanını kazanan ünlü kalp cerrahı Prof. Dr. Aybek, TOBB ETÜ Tıp Fakültesi Hastanesi Medikal Direktörlüğü görevine atanması ile birlikte, hem hastanenin hem de Türkiye’nin sağlık sektörünün çıtasını yükselten adımlara odaklandığını belirterek, hastanenin büyüme sürecini ileri teknolojiler ve yenilikçi sağlık hizmetleriyle taçlandırmayı hedeflediklerini kaydetti.
Gıda intoleransı anksiyete sebebi
Günümüzde giderek artan sağlık sorunlarının önemli nedenlerinden biri olan gıda intoleransı, sıklıkla gıda alerjisiyle karıştırılabiliyor. Gıda alerjisinin daha ani ve kısa sürede ortaya çıktığını, gıda intoleransının ise daha uzun süreçte kendini gösterdiğini belirten Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi Laboratuvar Hizmetler Koordinatörü ve Klinik Biyokimya Direktörü Doç. Dr. Serkan Tapan, “Gıda hassasiyetinde belirtiler genellikle yavaşça oluşur ve birkaç saat ile birkaç gün arasında seyredebilir. Vücuttaki pek çok sistem bu durumdan etkilenebilir; hatta sinir sisteminin etkilenmesi anksiyeteye bile zemin hazırlayabilir” dedi.
İSTANBUL (İGFA) - Gıda intoleransı, vücudun bazı gıdalara karşı aşırı hassasiyet göstermesi olarak özetlenebilir. Bu durumun daha çok bir enzimin eksikliği ya da etkisizliğinden kaynaklandığını paylaşan Anadolu Sağlık Merkezi Hastanesi Laboratuvar Hizmetler Koordinatörü ve Klinik Biyokimya Direktörü Doç. Dr. Serkan Tapan, “Kişinin vücudunun tepki verdiği gıdayı tüketmeye devam etmesi, kronik enflamasyona ve ardından bazı semptomların alevlenmesine neden olabilir. Yumurta beyazı, bezelye, inek sütü, arpa, kazein, maya, agar agar, mısır ve gluten en çok gıda intoleransı gösterilen gıdalar arasında sayılabilir” açıklamasında bulundu.
Geçmeyen yorgunluğun sebebi gıda intoleransı olabilir
Gıda intoleransının sindirim, iskelet ve sinir sistemleri, cilt sağlığı ve metabolizma düzeni üzerinde çeşitli rahatsızlıklara yol açtığını hatırlatan Doç. Dr. Serkan Tapan, “Gıda hassasiyeti sindirim sisteminde karın ağrısı, şişkinlik, gaz, mide bulantısı, ishal veya kabızlığa neden olurken; dermatolojik olarak döküntü, kaşıntı, egzama ve kızarıklığa yol açıyor. Sinir sisteminde ise migren tarzı baş ağrıları, Alzheimer ve anksiyeteye sebep olurken; kas ve iskelet sisteminde eklem ağrıları, iltihaplanma ve kronik yorgunluk olarak ortaya çıkabiliyor. Bunlara ek olarak obezite, diyabet ve haşimato gibi metabolizma hastalıkları da gündeme gelebiliyor. Bu belirtilerin varlığında gıda duyarlılığından şüphelenilmeli ve zaman kaybetmeden bir sağlık uzmanına danışılmalı” önerisinde bulundu.
Kesin tanı için test önemli
Hastalığın eliminasyon diyeti aracılığıyla teşhis edilebildiğini belirten Tapan, “Bu diyet planı, kişide duyarlılığa sebep olabilecek gıdaların belirli sürelerle beslenme düzeninden çıkartılıp, sonrasında yavaş yavaş tekrar dahil edilerek vücut reaksiyonlarının gözlenmesidir. Bu tür bir diyet, bireylerde hangi yiyeceklerin bahsedilen semptomlara neden olduğunu belirlemeye yardımcı olur” şeklinde konuştu.
Ancak kesin tanının, ileri teknoloji mikroarray testleriyle konabildiğinin altını çizen Doç. Dr. Serkan Tapan, “Her sağlık merkezinde bulunmayan bu testlerin tecrübeli yerlerde, uzman hekimler kontrolünde yaptırılması kıymetli. Bu testler sayesinde hastadan kan örneği alındıktan sonra ortalama 10 gün içinde kesin sonuca ulaşılabiliyor” açıklamasında bulundu.
Tedavide multidisipliner yaklaşım şart
Kronik inflamatuar hastalığı ya da irritabl bağırsak sendromu gibi fonksiyonel sindirim sistemi bozukluğu olan kişilerde gıda intoleransının daha sık görüldüğünü paylaşan Tapan, “Tanı ve tedavide birden fazla uzmanlık alanının iş birliği gerekli. Rahatsızlığın çeşitli boyutları ve etkilerinden dolayı doğru tanı koyabilmek ve etkili tedavi yöntemleri geliştirebilmek için farklı alanlardaki profesyonellerin birlikte çalışması önemli” şeklinde konuştu.
Doktorundan uyarı: Yılda 1 kez Check-Up yaptırın
Check-Up düzenli olarak yaptırılması gereken sağlık kontrolleridir ve erken teşhis için önemli bir unsurdur. Potansiyel sağlık sorunlarını erken aşamada tespit etmeye yardımcı olan Check-Up, tedavinin daha etkili olmasına ve hastalıkların ilerlemesini engeller. İstanbul Okan Üniversitesi Hastanesi Check-Up bölümünden Dr. Birol Sarkut Check-Up yaptırmanın önemiyle ilgili noktalara değindi.
İSTANBUL (İGFA) - Check-Up genel anlamıyla genel bir sağlık taramasıdır. Herhangi bir sağlık probleminiz olmasada yaş grubunuza göre belirli aralıklarla Check-Up yaptırmalısınız. Çünkü Check-Up’ın amacı; hastalıkları belirti vermeden erken aşamada teşhis etmek ve önlemektir. Check-Up vücudun genel durumunu görmemizi sağlar ve böylece risk faktörlerini azaltmamıza ve engellememize olanak sağlar.
Check-Up paketleri, kişinin yaşına ve cinsiyetine uygun tanı testlerini içerir. Bu paketler içerisinde kan tahlili, röntgen taraması, laboratuvar testleri, ultrason görüntüleme gibi işlemler bulunur.
Check-up yaptırmanın belirli bir yaşı var mıdır? Ne kadar sıklıkla Check-Up yaptırmalıyız?
Check-Up için bir yaş sınırı yoktur. 24 aylıktan sonra 7 yaşına kadar her yıl 1 defa Check-Up yaptırılmalıdır. Daha sonra 40 yaşına kadar her 2 yılda bir defa Check-Up yaptırılması uygundur. Diyabet gibi kronik rahatsızlara sahip ya da aşırı kilolu bireylerin 30 yaşından sonra düzenli olarak her yıl Check-Up yaptırması önerilir. 40 yaşından itibaren her yıl düzenli genel Check-Up yaptırmanız ileride yaşayabileceğiniz sağlık sorunlarını önlemede faydalı olacaktır.
Önemsiz olduğunu düşündüğünüz bir belirti bile çok önemli bir hastalığın habercisi olabilir. Sizlerin de bildiği gibi pek çok hastalık erken dönemde fark edilirse, uygulanacak tedavinin başarısı da o kadar fazla olmaktadır. Bu sebeple kendinizi ihmal etmeyin, yılda bir kez yaptıracağınız Check-Up ile sağlığınızdan emin olun.
Ofis masalarında klozetten daha fazla bakteri var!
Çalışma ortamlarının temiz olmasının bulaşıcı hastalıkları önlediğine dikkat çeken Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Kapı kolu, musluklar, elektrik düğmeleri gibi birçok kişinin temas edebildiği yüzeylerin yanında masa, telefon ve diğer ofis malzemeleri yüzeylerinin de temiz ve dezenfekte edilmiş olması son derece önemlidir.” dedi.
İSTANBUL (İGFA) - Çalışma alanı ile kullanılan tüm araç gereçlerin düzenli olarak dezenfekte edilmesi gerektiğine de vurgu yapan Dr. Dilek Leyla Mamçu, dezenfekte işleminin etkili olabilmesi için önerilerde bulundu.
Amerika’da yapılan bir araştırmaya göre, ortalama bir ofis masası her 6,45 santimetrekare başına 5 bin 15, ortalama bir ofis telefonu ise yaklaşık 6 bin bakteri barındırıyor. Bu da ortalama bir klozetten 400 kat daha fazla bakterinin tüm gün elimizin altında olduğu anlamına geliyor. Enfeksiyon Hastalıkları ve Klinik Mikrobiyoloji Uzmanı Dr. Dilek Leyla Mamçu, çalışma alanlarında etkili bir temizliğin nasıl sağlanabileceği hakkında bilgi verdi.
Çalışma ortamlarının temiz ve düzenli tutulmasının, odaklanmaya, daha üretken olmaya ve çalışanın kendini daha iyi hissetmesine yardımcı olurken bir yandan da bulaşıcı hastalıkları önlediğine dikkat çeken Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bilindiği gibi, hastalık etkeni olan mikroorganizmalar, öksürme, hapşırma, konuşma sırasında havaya karışıp, oradan da ortamdaki yüzeylere bulaşabiliyor.” dedi.
Tuvalet sonrası iyi yıkanmayan veya kirli yüzeylere temas eden eller yoluyla da bakteri ve virüslerin yüzeylere bulaştığını ve uzun süre canlı kalabildiklerini aktaran Dr. Dilek Leyla Mamçu, “Bulaşıcı hastalıklar bunların deri, burun veya ağız yoluyla vücuda girmesiyle oluşur. Kapı kolu, musluklar, elektrik düğmeleri gibi birçok kişinin temas edebildiği yüzeylerin yanında masa, telefon ve diğer ofis malzemeleri yüzeylerinin de temiz ve dezenfekte edilmiş olması bulaşıcı hastalıkların önlenmesi için son derece önemlidir.” şeklinde konuştu.
Çalışmaya başlamadan önce masanızı dezenfekte edin!
Sağlıklı ofis alışkanlıkları oluşturmak için çalışma alanlarının temizliğinin son derece önemli olduğunu dile getiren Dr. Dilek Leyla Mamçu, çalışma ortamının temizliği için yapılması gerekenleri şöyle açıkladı:
“Gününüzün başında çalışma alanınızı dezenfekte edin, tüm yüzeyi silmek için masanızdaki tüm eşyaları kaldırın. Yüzeyin düzgün bir şekilde dezenfekte edilmesi için 3-5 dakika ıslak kaldığından emin olun. Kişisel anahtar ve kartlarınızı dezenfekte edin. Her iş gününün sonunda masanın iyice temizlenmesine olanak sağlamak için masalardaki gereksiz hatıra eşyalarını veya kişisel eşyaları kaldırın. Temizlik için tek kullanımlık eldivenler tercih edin ve dezenfeksiyondan hemen sonra bunları atın. Bir seferde yalnızca bir öğeyi temizleyin.”
Kolayca erişilemeyen alanları görmezden gelmeyin!
İş yerinde kullanılan kahve fincanı veya yeniden kullanılabilir su şişelerinin günlük olarak sıvı bulaşık deterjanı ve sıcak suyla veya her gün eve götürülerek bulaşık makinesinde yıkanması gerektiğine vurgu yapan Dr. Dilek Leyla Mamçu, dikkat edilmesi gereken diğer noktaları şöyle aktardı:
“Masalar, telefon alıcıları, tuş takımları, uzaktan kumandalar, dokunmatik ekranlar gibi sık dokunulan yüzeyleri günlük olarak temizleyin ve dezenfekte edin. Zımba, bant dağıtıcı, makas ve kalem gibi öğeleri temizlemek için dezenfektan mendiller kullanın ve tüm tarafları sildiğinizden emin olun. Kolayca erişilemeyen alanları görmezden gelmeyin. Örneğin, altlarını silmek için fotoğraf çerçevelerini kaldırın. Ellerinizi sık sık sabun ve ılık suyla en az 20 saniye yıkayın.”